2020, Tuhaf Gelecek fikrini başlatan “tuhaf zamanlar” tanımını bile yetersiz kılan ve dünyayı anlamak ve yorumlamak için sırtımızı yasladığımız araçların işe yaramadığı bir yıl oldu. Marttan bu yana birçoğumuz artık “yeni normal”, “bildiğimiz dünyanın sonu” gibi kavramları duymaktan sıkıldı ve boşluğa o kadar uzun zamandır bakıyoruz ki artık boşluk bize bakmanın ötesine geçip Zoom toplantılarımıza katılmaya başladı.
Bu süreçte birçok kişi belki de koşulların getirdiği panikle hızlıca her şeyi yorumlamaya, “yeni dünyayı” analiz edip anlatmaya başladı. Üzerinden birkaç ay geçtikten sonra bile anlamsızlaşan bu görünüşte derin analizler aslında içerisinde bulunduğumuz durumun ne kadar kompleks olduğunu ve tüm bunları anlamlandırabilmek için önümüzde uzun bir yol olduğunu bize gösterdi.
Şu anda 2020’nin sonuna geldiğimiz için gelenekselleşen önümüzdeki yıl stratejileri, trend raporları ve planları bir bir yayınlanmaya başladı. Fakat bu raporları ve analizleri biraz dikkatli okuduğumuzda, aslında bu metinlerin amacının mevcut durumu anlamak yerine onu alışık olduğumuz ve kendimizi güvende hissettiğimiz “eski normale” göre tekrar şekillendirme çabaları olduğunu görebiliyoruz. Başlangıçta “yeni normale alışmamız gerek” diyenler, şu anda her şeye eskisi gibi devam etmek için çabalıyor.
Peki neden böyle oldu? Daha doğrusu tam olarak işler nerede yanlış gitti de kendimizi 2020 gibi sonu gelmek bilmeyen bir apokaliptik filmin ortasında bulduk?
Bu soruyu cevaplamak için yeni kavramları ve araçları düşünme sistemlerimize tanıtmamız gerekiyor. Çünkü yaşadığımız sorunların özünde de uzunca bir süredir içerisinde yaşadığımız tuhaf zamanları anlayacak araçlara sahip olmamamız yatıyor. 2020’yi bitirirken düşünme şeklimizi değiştirmek için ihtiyaç duyacağımız kimi temel kavramları ve araçları öğrenmenin hepimiz için faydalı olacağını düşünüyorum.
Bunun için öncelikle içerisinde bulunduğumuz durumu anlamamız gerekiyor. Daha önceki bölümlerde de dile getirdiğim gibi içerisinde yaşadığımız dünya fazlasıyla karmaşık ve tüm bunların bir şekilde devam edebilmesi için de sürekli daha kompleks sistemlere ihtiyaç duyuyoruz. Finanstan teknolojiye, üretimden sosyalleşmemize kadar hayatımızın her alanında bu kompleks sistemler ve bunların bir şekilde “daha verimli” çalışmasını sağlayan algoritmalar ve diğer mekanizmalar var. Çoğumuzun aklına algoritma dediğimiz zaman Twitter, Netflix, Spotify gibi isimler gelse de borsada yapılan anlık işlemlerden yük gemilerinin rotalarına kadar birçok daha büyük ve hayati sistem de benzer şekilde yönetiliyor.
Ancak bu durum, büyük bir riski de beraberinde getiriyor. Tim Maughan’ı alıntılayacak olursam, şu anda dünyanın direksiyonunda kimse yok. İçerisinde yaşadığımız küresel ve ulusal sistemler öylesine karmaşık ve yönetilmesi zor bir noktaya evrildi ki, herhangi bir kişinin veya grubun tüm bunları anlaması veya etkilemesi mümkün değil.
Bunun bizler için iki önemli sonucu var. İlki, bu şöförü olmayan aracın karşılaşacağı herhangi bir sorun karmaşık bir krize dönüşme potansiyeli taşıyor. Herhangi bir kişinin tam olarak sorunun nereden kaynaklandığını veya nasıl çözebileceğini anlamasının giderek imkansızlaştığı günümüz koşullarında bir şeyleri anlamlandırmak da giderek zorlaşıyor.
Bu karmaşıklık, sistem içerisindeki herhangi bir sorunun bir “problemli problem”e (wicked problem) dönüşmesine neden oluyor. Çünkü bu karmaşık sistemin herhangi bir noktasında yaşadığımız sıkıntının kaynağı sistemin tamamen alakasız ve aklımıza kolayca gelmeyecek bir noktasında olması yüksek bir ihtimal.
Bunu en iyi tuvalet kağıdı örneğiyle açıklayabilirim. Mart ve Nisan aylarında pandemiyi net bir şekilde hissetmeye başlamamızla birlikte karşımıza hiç beklemediğimiz bir sorun çıktı. Marketlerde tuvalet kağıdı, un, makarna gibi temel ürünleri veya eczanelerde maske gibi her zaman gördüğümüz şeyleri bulamaz hâle geldik. Normalde asla yaşamadığımız bu eksikliğin sebebi ise marketlerin ve üreticilerin stok yönetimlerini normal zamanlara göre tasarlanmış hesaplamalar ile gerçekleştirmesiydi.
2020 öncesinde her market az çok ne kadar tuvalet kağıdı satabileceğini ve stoklarında ne kadar tutması gerektiğini tahmin edebiliyordu. Bu rakamlar da fabrikalarda aylık ne kadar üretime ihtiyaç duyulacağını ve ne zaman ürün çıkartmaları gerektiğini hesaplamak için kullanılıyordu. Böylece bu sistemin içerisinde her zaman “tam da yetecek kadar” tuvalet kağıdı mevcuttu. Ancak bir anda gelen bu ani değişimin sistemde yarattığı şok ve buna uyum sağlama süreci bahsi geçen duruma sebep oldu. Hiç beklemediğimiz bir anda karşımıza çıkan bir kötücül sorun, hepimizin tuvalet kağıdı paniği yaşamasına neden oldu.
Sistemin hemen her noktası bu ideal koşullara göre tasarlandığından dolayı herhangi bir sürpriz faktörünü sindirebilmesi her zaman mümkün olmuyor. Marttan bu yana yaşadığımız birçok sorun da bunun kanıtı. Ancak bu ideal koşulların nasıl tanımlandığı, daha doğrusu kimin idealine göre tanımlandığı da önemli bir nokta.
Dediğim gibi bu sistemin hemen her parçasının birbiri üzerinde etkisi var. Fakat herhangi bir parçayı kontrol eden veya denetleyen bir kişi veya ekibin çoğu zaman yarattığı etkinin nasıl bir sonuç vereceğini anlaması mümkün olmuyor. Bu da herhangi bir aşamada doğan etkinin, sistemin devamında katlanarak büyümesi ve hiç umulmadık sorunlar yaratmasına neden olabiliyor. Bu da her parçanın tasarlanırken kimler tarafından kimin için tasarlandığı sorusunun büyük bir önem kazanması demek. Bunun neden önemli olduğunu ikinci kısımda daha detaylı bir şekilde ele alacağız.
Koronavirüs ise bizleri mevcut sistem için eşi görülmemiş bir problemli problem ile baş başa bıraktı. Bir anda sistemin hemen her parçasında problemli problemler bir bir ortaya çıkmaya başladı. İçerisinde yaşamaya alıştığımız —kimilerinin memnun bile olduğu— sistemin ne kadar sorunlu olduğunu ve aslında nasıl hassas bir ideal koşul için tasarlandığı gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kaldık.
Ve gördük ki aslında sorun aslında virüs değil, eski normalin kendisiymiş.
Bu da bizi ikinci noktaya, bu yüzleşmenin etkisine getiriyor. Bu sistemin içerisinde yaşamayı ve onun bir parçası olmayı bilinçli olsun ya da olmasın hepimiz içselleştirmiş durumdaydık. Çünkü içerisinde yaşadığımız dünya buydu ve onu bir şekilde kabul etmek ve o şekilde hareket etmek zorunda hissediyorduk. Bu biraz da psikolojimiz ile alakalı bir durum. Hayatımızda birtakım sabitlere, özellikle de içerisinde yaşadığımız dünya ve onun işleyişiyle ilgili, ihtiyaç duyuyoruz.
Dünyanın nasıl işlediğine ve ne olduğuna dair belirli bir kavrayışa sahip olduğumuzu bilmek bizi varoluşsal bir anksiyeteden koruyor. Ontolojik güvenlik dediğimiz kavram, bizim içerisinde yaşadığımız dünyaya ve varoluşumuza dair bir anksiyete duymamamızı ve en temel seviyede bu dünyanın içerisinde yaşarken hissettiğimiz güveni tanımlamak için kullanılıyor. Yani bu anksiyeteden bizi koruyan şey, sahip olduğumuz ontolojik güvenlik hissi.
Bunu kaybetmeye başladığımızda —ya da kaybettiğimiz hissine kapıldığımız anda— farklı şekillerde tepkiler veririz. Bu tepkilerden ilki, o güveni tekrar sağlayacağına inandığımız yeni mitlere sıkı bir şekilde sarılmak. Bu mitler de kendisini genellikle komplo teorileri ya da aşırı sağcı akımlar olarak gösterir. İkisinin de özünde yaptığı şey dünyayı bütüncül bir şekilde ve basitçe açıklayan bir anlatı ile insanları rahatlatmaktır.
Bu yüzden pandemi ile birlikte dışarıdan bakıldığında gerçekten anlaşılması güç komplo teorileri ve bunlara bağlı olaylarla karşı karşıya kaldık. 5G baz istasyonlarını yakmaya çalışanlar, aşı üzerinden tüm dünyanın çipleneceğini zannedenler, virüsün yalan olduğunu zannedenler ve maske, sokağa çıkma yasağı gibi önlemleri protesto etmeye çalışan insanların çokluğu da bunun göstergeleri. Tıpkı birçok devletin ve politik grubun daha milliyetçi söylemlere ve mitlere sığınmaya çalışması gibi.
Bu anksiyeteye verilen bir diğer tepki de insanların kendilerine yetebilme konusunda daha fazla çaba göstermeye başlaması oldu. İlk aylarda kimilerinin küçümseyip dalga geçtiği kendi ekmeğini yapmaya başlamak gibi. Ya da pandemi ile evinde bir bahçe kuranların artması, evcil hayvan sahiplenmedeki yükseliş ve insanların diğer ihtiyaçlarını kendi başlarına çözmek için bir şeyler öğrenme isteği.
Aynı zamanda etraflarında gördükleri sorunları kendi başlarına çözmek için çabalamaya başlamaları, gördükleri yanlışlara ve sistematik sorunlara karşı çıkmaları ve insanların birbirlerine destek olmak için yeni yollar üretmeye başlaması da bu kendine yetebilme isteğinin bir dışavurumu. İçerisinde yaşadığınız ve güvendiğiniz sistem sizi yarı yolda bıraktığı anda kaçınılmaz olarak kendi çözümlerinizi üretmek zorunda hissedersiniz. Bunu başardığınız zaman da o güven hissini tekrar inşa etmeye ve bu anksiyeteden kurtulmaya başlarsınız.
Her ne kadar etrafımıza bakınca bir şekilde bu sözde yeni normale alışıyor ve uyum sağlıyor gibi görünsek de bu tarz büyük kırılmaların bir yılda üstesinden gelmemiz ve tüm etkilerinden kurtulmamız diye bir şey söz konusu değil. Koronavirüs ve karmaşık sistemin içinden çıkamadığı kötücül sorunlar giderek yeni etkilerini göstermeye devam ediyor ve edecek de. Ontolojik güvenin tekrar sağlanması bu yüzden zorlu ve uzun bir süreç olacak. Daha görmediğimiz birçok sorun bizi bekliyor.
Üstelik sorunumuz sadece pandemi de değil. Toplumsal, ekonomik ve siyasi yapıların içerisinde bulunduğu kötücül sorunlar, hiçbir şekilde yavaşlatamadığımız iklim krizi ve daha birçok şey hâlâ burada ve hiçbir yere gitmeye niyetleri yok.
Yeni bir normalden bahsetmek için daha çok yolumuz var. Ama bu demek değil ki geleceği şekillendirmek için elimizden hiçbir şey gelmez. Aksine, şu anda eskiye kıyasla herkes için çok daha iyi olabilecek gelecekleri hayal etme ve kurma fırsatına sahip olabiliriz. Bunu nasıl yapabileceğimiz ve nasıl araçlara ihtiyacımız olduğunu ikinci kısımda ele alacağım.
Bir Cevap Yazın